Gerekli bir açıklama...
- Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...
15 Haziran 2012 Cuma

Bazen böyle olur işte. Hepi topu on saniye içinde başlayıp biten bir olay, ömür boyu kullanılabilecek dersler manzumesi içerir. Siyasetin bütün unsurları, sosyoloji ve felsefenin eşliğinde, on saniye içinde önünüzden geçer film şeridi gibi…
Bayrampaşa Şehir Parkı’nın açılış töreninde, Tayyip Erdoğan, ata bindi. Haberin ilk cümlesi böyle olmalı; langadank “attan düştü” derseniz, olayın bazı boyutlarını ıskalamış olursunuz.

Haberi izleyemedim, sadece anonslarını gördüm. Recep Bülbülses bir inşaatın tepesinde, aşağıda meraklılar ve polis, bir de “Kuşum” Aydın... Anons, “Aydın, Bülbülses’i intihardan nasıl vazgeçirdi” filan gibi bir şeydi. İki “zap” arası gözüme takılıp geçiveren, “az sonra” ayrıntıyı öğrenme davetine kulak asmadığım bu sahne, hayal meyal anımsadığım bir bant-karikatürü çağrıştırdı sadece o an için.
Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde, her türlü zamazingo bulunabiliyor işporta tezgâhlarında. Bu aralar, iki satıcı dikkatimi çekiyor. Biri, kendi deyimiyle “dâhi şair”. Şiir satıyor. Yok, diğer şairler gibi dergilerde telif karşılığı yazmıyor. Ya da, en iyi pazarlayan yayınevlerinin peşinde koşmuyor, elinde “kitap hacmine” zor bela ulaşmış dosyasıyla. Böyle bir şiir satışı değil. Bu, daha çok sayfiye yerlerinde rastlanılan “beş dakikada karikatürünüz çizilir”cilerin şair versiyonu.

—Siyah bu siyah.
—Osman Abim doğru söylüyor, siyah.
Dışarıdan bakanlar açısından garip bir görüntü ve diyalog oluştuğunun farkında olmak ve bir yandan “yahu etmeyin eylemeyin, bu lacivert” diye adeta yalvarırken, bir yandan da ayağınızı boya sandığından kurtarmaya çabalamak, her ne kadar sizi tanıyan birinin oradan geçme olasılığı sıfıra yakınsa da, kendi çapınızdaki karizmanızın “boyayalım abi” çağrısına uymanızla uçup gitmesi, insanı bir hoş ediyor.

Kımıldamak! İşte bu ülkedeki sorunların başında, bu kelimenin çok kullanılması geliyor. İkide bir tersleniyor Claudia. “Kımılda biraz Durmuş, miskin miskin oturup duruyorsun!” “Göremeyebilirsin ama, şu an çalışıyorum” dediğimde ise, deliye bakar gibi bakıyor. “Tembel” deyip dönüyor arkasını gidiyor...
Şimdi bu Bayram Abi, boyu karışla eni parmakla ölçülecek ebatta bir adamcağız. Ama, o kurt saldırısından korkan kuzular gibi toplaşılmış meydanda etrafında öyle bir hale örmüş ki, dev gibi bir adam olduğuna yemin etseniz başınız ağrımaz.
Bilinen fıkradır. Adam, geceyarısı eve körkütük gelir, çizmelerinin önce bir tekini, sonra öbür tekini ayağından çıkarıp, küt, küt diye sırasıyla yere atarmış. Gel zaman git zaman, artık aşağıdaki komşu dayanamamış, çalmış kapısını bizimkinin. “Yahu kardeşim,” demiş, “her gece aynı şeyi yapıyorsun, beni uykumdan uyandırıyorsun. Şu çizmelerini çıkardıktan sonra yere atmasan olmaz mı?” Özür dilemiş çizmelerin sahibi ama, alkol işte, ertesi gece gelmiş yine evine, çıkarmış çizmesinin tekini, küt diye vurmuş yere, o an aklına komşusu düşmüş. “Hay Allah,” demiş, “unuttuk sözümüzü, ayıp oldu” ve öbür teki yavaşça diğerinin yanına bırakmış. Bu kez kendisi uyanmış, kapının vurulmasıyla. Açmış ki, aşağıdaki komşu. Ziyaretinin sebebini açıklamış: “Yahu birader, tedirginlikten uyuyamıyorum, öbürünü ne zaman atacak diye. At şu kalan teki de, yatıp uyuyayım artık.”
Galilei’yi asmışlar da ne olmuş sanki? Dünyanın yuvarlaklığı değişmiş mi? Kadehler kalkıyor, bunu söyleyen adama doğru uzatılıyor. “İşte bu kadar hocam!” Maalesef, ben de iki masa ötedeyim izliyorum. Tereddüt ânı dedikleri şey bu işte. Alkol, iki zıt tavrı aynı anda almaya zorluyor beni. Biri, “Ulan ne asması, ne yuvarlaklığı” diye grubun tepesine çöreklenmek; öbürü, onlarla birlikte kadeh kaldırıp “bravo!” çekmek. Alkolün etkisini, biraz önce kulağına “asmadılar ki” diye fısıldadığım Remzi’nin dirseği izale ediyor. İkisini de yapmayıp haydariye parmağımı daldırıyorum.
“Aslını inkâr eden haramzade...” Anlamadı tabiî. Hem bu sözü anlamamanın, hem de elimde tuttuğum kırık cep telefonunun etkisiyle, gözünü pörtletmiş bakıp duruyordu öööle Claudia. Seviyorum onun bu hallerini. Aslında bu ülkeye ve insanlarına beklediğimden çok daha çabuk uyum gösterdi ama, kimi deyimleri ve kimi hareketleri anlayabilmesi biraz daha zaman alacak tabiî.
14 Haziran 2012 Perşembe
Kim bilir kaç kere yazdım, bu ülkeye bayılıyorum diye... Geçenlerde Ankara’ya gittim de, bu lafı bir daha haykırmak geldi içimden.
Onuncu Yıl Marşı’nı günde beş vakit dinlemenin etkisi midir nedir, demir ağları kullandım yolculukta. Trenle şehirlerarası yolculuk deyince, ille yemek vagonuna binip, iki tek atmak gelir aklıma öncelikle. Aslında itiraf edeyim, bu, yolculuğu eğlenceli kılmanın bir yolu... Yok, ille yemek yiyerek, içerek gitmekten bahsetmiyorum... O vagondan geç bir vakit çıkıp, yerinize doğru ilerlerken seyredebileceğiniz insan manzaralarına bayılırım.
Onuncu Yıl Marşı’nı günde beş vakit dinlemenin etkisi midir nedir, demir ağları kullandım yolculukta. Trenle şehirlerarası yolculuk deyince, ille yemek vagonuna binip, iki tek atmak gelir aklıma öncelikle. Aslında itiraf edeyim, bu, yolculuğu eğlenceli kılmanın bir yolu... Yok, ille yemek yiyerek, içerek gitmekten bahsetmiyorum... O vagondan geç bir vakit çıkıp, yerinize doğru ilerlerken seyredebileceğiniz insan manzaralarına bayılırım.
“İnanabiliyor musun Durmuş, adam sürekli o merdivenin tepesine tırmanıp tırmanıp iniyor.” Claudia, mahallenin bakkalını anlatıyor. Genellikle grossmarketlerden toplu alışveriş yaptığımız için, nadiren, acil bir şey gerektikçe uğradığımız bu dükkân, birden gözümde büyük önem kazanıyor. Eh, ne de olsa, halkla ilişkiler uzmanı Claudia, ama, sosyolojik analiz de benim işim olduğundan, gülmem gerektiğini düşündüğü halde, yüzümde yarı gölgeli bir ifade belirmesine şaşarak, sürdürüyor: “Geçen gün ben oradayken, bir adam rakı istedi. Bakkal, bir yandan merdivene tırmanırken, bir yandan da ‘içki isteyenlere hiç tahammülüm yok, satması en zor şey’ diye söyleniyordu; kendimi tutamadım, güldüm.”
Steven Spielberg’ün hazırladığı, kısa kısa öykülerden oluşan bir televizyon dizisi vardı, anımsar mısınız? “Amazing Stories”, gerçekten de fantezinin sınırlarını zorlayan, inanılmaz öykülerden oluşurdu ama, hepsinin temelinde, gerçek dünyaya, yaşadığı çevreye, etrafına dikkatle, ayrıntıları atlamadan bakan bir çocuğun muzipliğinin yattığını görebilirdiniz ve bu sayede, o şaşırtıcı, garip olayların belki de siz görmeden, az ötenizde cereyan ettiği gibi bir duyguya kapılır, biraz gözlem, biraz da hayal gücü süslemesiyle benzer senaryoları kolayca yazabileceğinizi düşünürdünüz. Bilmem, vurgulamaya gerek var mı, bilim-kurgu’dan bahsetmiyoruz.
Zaman zaman, eski fotoğrafların yer aldığı albümleri karıştırmaktan kim hoşlanmaz ki? Geçen gün, yıllar öncesinden kalma bir fotoğrafıma bakarken, iyi niyetli densizlikleri düşündüm...
Yurtdışından bir izin dönüşümde, ilk gençlik yıllarımın arkadaşlarıyla, her zaman gittiğimiz çay bahçesinde buluşmuştuk. Bu buluşmanın iki gün öncesinde de, bazı bürokratik işlemler için gerekli vesikalık çektirmek için, yine beni çok eskiden tanıyan Erzurumlu bir fotoğrafçının stüdyosuna uğramıştım. Neyse, arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Ama, benim çalımımdan geçilmiyor tabii.
Yurtdışından bir izin dönüşümde, ilk gençlik yıllarımın arkadaşlarıyla, her zaman gittiğimiz çay bahçesinde buluşmuştuk. Bu buluşmanın iki gün öncesinde de, bazı bürokratik işlemler için gerekli vesikalık çektirmek için, yine beni çok eskiden tanıyan Erzurumlu bir fotoğrafçının stüdyosuna uğramıştım. Neyse, arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Ama, benim çalımımdan geçilmiyor tabii.
Ben, Saint Joseph’teydim o yıllar, Tacettin okulu bırakmış pazarcılık yapıyordu. Ama, kitap kurduydu ki, demeyin gitsin. Benim için yalnızca herhangi bir sosyolog, ekonomist kategorisindeki Marx, onun için dünyanın bütün kapılarını açacak sihirli formüller üreten bir dâhiydi. Romantik yıllarımızdı. Halk için birşeyler yapacaktık. Bu, benim mayamda vardı aslında. Aaa, Hadi Uluengin de öyledir bakın. İkimizin ailesinde de, hizmetçilere iyi davranılır; yediğimiz yiyeceklerin artanından verilirdi. Hor görülmez, etlerinden sütlerinden faydalanılıp bir kenara atılmazlardı. Böyle halkçı bir ortamda yetiştik biz!
Claudia’nın ağzı bir süredir kulaklarında... Galatasaray şampiyon oldu ya. Beni de, durduk yerde Fenerbahçeli ilan edip kızdırma fırsatı yakaladı ya. İşin garibi, ben de yavaş yavaş bu role ısınıyorum. Bunda, canlı bir ortamın ancak farklıların, karşıtların bulunduğu yerde yakalanabildiğini düşünmem de etken oldu doğrusu. Fark ettim ki, mazbut bir adam olarak, günümün önemli bir bölümü evde geçiyor ve iş alanlarımızın bazı kesişme noktaları içermekle birlikte aslolarak farklı alanlar olması, beğenilerimizin örtüşmesi, ya da, fevkalade demokrat yapımız gereği birbirimizin yapıp ettiklerine karışmayışımız, bir monotonlaşma tehlikesi de getiriyor beraberinde.
Claudia, aslen Arsenal futbol takımının taraftarıdır ya, Türkiye’de nedense Galatasaray’ı destekliyor. Geçen sene, şampiyon olduklarında, arabadan bayrak sallama turuna bile çıktık. Ben futboldan hiç anlamadığım ve seyrinden de keyif almadığım için, tarafsız kalmayı ve onun sevinmesini tercih ediyorum. Yani bir tür “dolaylı taraftar”lık. Yarın öbür gün, Çemişkezek takımını desteklemeye karar verirse, o da uyar bana.
Aziz Nesin peşpeşe uluslararası ödül aldığında, bir yabancı meslektaşı, “seninki de iş mi” demiş, “Türkiye’de mizah yazarlığından kolay ne var. Etrafına bak, gördüklerini yaz. Bizim gibi oturup hikâye uydurmak zorunda değilsin”. Bunlar bir haset ifadesi değil inanın, adam gerçekleri dile getiriyor. Gülünç, aykırı bir durumda, ağızlardan dökülen, artık deyime dönüşmüş olan “tam Aziz Nesin’lik” lafı, aslında “yalnızca Türkiye’de rastlanacak bir tuhaflık” anlamı taşır. (Nitekim, Aziz Nesin’in, gericiliğin aydın katliamına bahane edilmesi de “tam Aziz Nesin’lik”tir.)
Tabiî, tam olarak yazıya dökmek biraz zor ama, buna benzer bir ses çıkardı, yüzüme yan yan bakarak. Her sinema dağılışında yaşanan itiş kakış –bakın, bunu da anlamam; “hadi kalabalığa kalmayalım” deyip erken davrananlarla, “bekleyelim, kalabalık dağılsın” diyenler, nasıl olur da çakışıp birbirine omuz atar?– sırasında, arkadaki kürklü kadının basıncı sonucu ayağına arkadan basarak ayakkabısını çıkardığım genç, “geçiş üstünlüğü” itişmesine anlayış gösterdiğini ifade için, siren sesi taklidi yapıyor sandım.
Bu ülkenin, gözlemek dürtülerini kışkırtan, insanı olmadık hayat felsefeleri inşa etmeye zorlayan bir yönü olduğunu söylemiştim. Sekiz-dokuz yıl kadar önce, yaz tatili için geldiğimde, apar topar, yeni kurulan bir sosyalist partinin kongresine götürmüşlerdi beni. İlk olarak orada fark ettim bu toprağın özelliklerinden birini... Kürsüye her çıkan, bir önceki konuşmacının partinin gücüyle ilgili saptamasını üçle çarpıyordu ve bu katlanarak gidiyordu.
“Durma... durma, devam et... devam et, hadi... hadi... daha hızlı... daha hızlı, hadi... oluyor işte, gir... gir, durma... ııh! Tamam... ıh... ıh...”
Son bir güçle, içeriye girip kapıyı kapatabilmiştik. Güçlükle soluk alıyordum. O da, bir yandan can telaşıyla koşup bir yandan kesilip kalmış olan beni gayrete getirmek için bağırmaktan bitkin düşmüştü. Sırtımız kapıya dayalı, hışırtıyla soluyarak kaldık bir süre. Sığındığımız yerin dört duvardan ibaret çıplak bir depo olduğunu, dolan terle yanan gözlerimizden çok sonra algıladık. Peşimizdekilerin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı.
Son bir güçle, içeriye girip kapıyı kapatabilmiştik. Güçlükle soluk alıyordum. O da, bir yandan can telaşıyla koşup bir yandan kesilip kalmış olan beni gayrete getirmek için bağırmaktan bitkin düşmüştü. Sırtımız kapıya dayalı, hışırtıyla soluyarak kaldık bir süre. Sığındığımız yerin dört duvardan ibaret çıplak bir depo olduğunu, dolan terle yanan gözlerimizden çok sonra algıladık. Peşimizdekilerin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı.
“Akıllım,” dedi malum café’nin garsonu olan kız, yanımdaki masada oturan delikanlıya, “yüksek ısıda yıkanır mı o t-shirt, bak, mendil gibi olmuş işte.” Zaten hafif kaykılmış oturabiliyorum şu Çukurcuma tahtası sandalyede, gayri ihtiyari biraz daha kaykılıp t-shirt’e baktım. Bu garson kızın tek bir düzgün cümle kurduğunu göremeden ölürsem, gözüm açık gidecek. “Mendil gibi” deyince, t-shirt küçülmüş sandıydım. Küçülmemiş, ama, biraz rengi atmış, biraz da, ön taraftaki figürün boyaları akıp birbirine karışmış. Gene de belli ki, bir Che Guevara var orada. Moda ya! Oğlanı şöyle bir süzdüm.
27 Ekim 1996
Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in alkole ve gece hayatına düşkün olduğunu kaydediyorum. Vücudundaki kabartılar, karaciğerin tehlike sinyalleri. Saatine baktı. İyi bir marka ve ince bir zevk. “Shit!” nidası savurdu. Bu ilginç. Kayıtlarımda, 1969 İstanbul doğumlu olduğu geçiyor. Ebeveyni de Türk. Denek, altı ay İngiltere’de bulunmuş. Bu “shit!” ne “shit”tir? Hmm, eğer bir İngiliz, uzun yıllar bir başka ülkede, diyelim Türkiye’de yaşasa ve gündelik ilişkilerinde Türkçe konuşsa, böyle refleks anlarında, anadilinin nidalarını kullanabilir tabiî. Ama bu Türk Denek, İngiliz –ya da bilmem ne– refleksi gösteriyor.
Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in alkole ve gece hayatına düşkün olduğunu kaydediyorum. Vücudundaki kabartılar, karaciğerin tehlike sinyalleri. Saatine baktı. İyi bir marka ve ince bir zevk. “Shit!” nidası savurdu. Bu ilginç. Kayıtlarımda, 1969 İstanbul doğumlu olduğu geçiyor. Ebeveyni de Türk. Denek, altı ay İngiltere’de bulunmuş. Bu “shit!” ne “shit”tir? Hmm, eğer bir İngiliz, uzun yıllar bir başka ülkede, diyelim Türkiye’de yaşasa ve gündelik ilişkilerinde Türkçe konuşsa, böyle refleks anlarında, anadilinin nidalarını kullanabilir tabiî. Ama bu Türk Denek, İngiliz –ya da bilmem ne– refleksi gösteriyor.
Arama
Acayip Okunanlar
-
Yayınlayıcıların Notu: Yine “fi tarihli” bir yazısına rastladık Durmuş Bakar’ın... “Blog” açısından yeni sayılır diye, yayınlıyoruz. Böyle ...
-
Delinin zoruna bak! Bana dönecekmiş tekrar. Yok canım, ne Claudia’sı, ne ayrılığı; hayatımda yüzünü görmediğim adamın biri bunu söylüyor tel...
-
Bilinen fıkradır. Adam, geceyarısı eve körkütük gelir, çizmelerinin önce bir tekini, sonra öbür tekini ayağından çıkarıp, küt, küt diye sıra...
-
—Siyah bu siyah. —Osman Abim doğru söylüyor, siyah. Dışarıdan bakanlar açısından garip bir görüntü ve diyalog oluştuğunun farkında olmak ...
-
Claudia’nın ağzı bir süredir kulaklarında... Galatasaray şampiyon oldu ya. Beni de, durduk yerde Fenerbahçeli ilan edip kızdırma fırsatı yak...
-
Kımıldamak! İşte bu ülkedeki sorunların başında, bu kelimenin çok kullanılması geliyor. İkide bir tersleniyor Claudia. “Kımılda biraz Durmu...
-
27 Ekim 1996 Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in ...
-
Ben, Saint Joseph’teydim o yıllar, Tacettin okulu bırakmış pazarcılık yapıyordu. Ama, kitap kurduydu ki, demeyin gitsin. Benim için yalnızca...
-
Kim bilir kaç kere yazdım, bu ülkeye bayılıyorum diye... Geçenlerde Ankara’ya gittim de, bu lafı bir daha haykırmak geldi içimden. Onuncu Y...
-
Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde, her türlü zamazingo bulunabiliyor işporta tezgâhlarında. Bu aralar, iki satıcı dikkatimi çekiyor. Biri,...
Yeni yazılar mı?
O biraz zor görünüyor, gene de bekleyin isterseniz...
Kim ki bu?
Son Olarak Ne Okuyordu?
- Boris Vian - Günlerin Köpüğü
Arşiv
- Haziran 2012 (23)