Gerekli bir açıklama...
- Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...
14 Haziran 2012 Perşembe
Kim bilir kaç kere yazdım, bu ülkeye bayılıyorum diye... Geçenlerde Ankara’ya gittim de, bu lafı bir daha haykırmak geldi içimden.
Onuncu Yıl Marşı’nı günde beş vakit dinlemenin etkisi midir nedir, demir ağları kullandım yolculukta. Trenle şehirlerarası yolculuk deyince, ille yemek vagonuna binip, iki tek atmak gelir aklıma öncelikle. Aslında itiraf edeyim, bu, yolculuğu eğlenceli kılmanın bir yolu... Yok, ille yemek yiyerek, içerek gitmekten bahsetmiyorum... O vagondan geç bir vakit çıkıp, yerinize doğru ilerlerken seyredebileceğiniz insan manzaralarına bayılırım.
Hani, pek bir çalımlı, oturaklı, önemli şahsiyet edalı baylar, hayır kurumları üyelerinin karikatürize edilmiş hali frapan bayanlar vardır ya trene binerken. Siz onları bir de koltuklarında kaykılmış, “kenarları nemlenmiş” ağızları bir karış açık, saç baş dağılmış, hırıldayıp horlarken görün... Neyse...
İlk darbe, garsondan geldi... İçki olarak sadece iki şişe bira veriyorlarmış. Önce bozuldum, ama, gayet makul bir nedenle bu uygulamaya geçildiğini öğrenince, yatıştım: Geceyarısından sonra tren çok sarsılıyormuş (güzergâh mı bozuluyor, tren o saatte yoruluyor mu, uykusu mu geliyor nedir bilemem tabii; ayrıca saate endekslenirse bu uygulama, gündüz yolculukları ne olacak?); yemeğe oturanlar da genellikle o saati geçiriyorlarmış (yahu, trenin hareketiyle o meşum saat arasında otuz dakika var zaten); sonra yerlerine dönmek istiyorlarmış (e, orada yatırmazsınız ki); trenin sarsıntısına alkol de eklenince, yolcuları rahatsız ederek ilerliyorlarmış (alkole ne hacet , en ayık akrobat bile denge tutturamaz ki). “Hmmm, iyi düşünmüşsünüz” dedim tabii.
Ankara... Bir başka kent orası canım. Orada sevdiğim çok insan olmasa toplu bir analizine girişeceğim ama, birkaç anektodla yetinmeyi tercih edeceğim.
Trafik lambalarının üzerine dijital sayaçlar koymuşlar. Diyelim yayalara kırmızı yanıyor ve durdunuz. Işığın üzerindeki göstergeye bakıyorsunuz. Size ne zaman yeşil yanacağı, geri geri giden saniyelerle belirtiliyor. Siz geçerken de, arabaların gözü dikiliyor göstergeye. İyi hoş da, benim gibi rahvan bir adamsanız, bu, panik vesilesi oluyor. Önünüzde daha epeyce adım var ve gösterge şöyle: 6... 5... 4... Koşsan koşamazsın, vazgeçip dönsen dönemezsin, haydiii, bir soğuk ter... İnsanın ne zaman öleceğini öğrenmesi gibi bir şey bu... Ama metroya diyecek yok... Önceleri, acaba çıkış yolunu arayan deney fareleri nerede diye bakınıyorsanız ve kendinizden kuşku duyuyorsanız da, bu açıkça haksızlık... Bir ay gidip gelseniz, artık kaybolmazsınız.
Sonra bir büfeci, “Ankara, memurlar ve bürokrasi kenti” sözünü kanıtlıyor size. Kızılay’da koca bir büfe. Koca büfenin koca camekânına yanaşıyorsunuz. Camekân, şöyle bir karışlık aralarla açık. Bir karış soldakine gidiyorsunuz, bir paket sigara istiyorsunuz, her iki tarafa da bakan adamdan. Diyor ki: “Yan taraftan.” Ne o yerinden kıpırdıyor, ne siz. Ama alışveriş, sağdaki açıklıktan gerçekleşiyor... Prensip meselesi...
Ya o kebap sarayı... Ha, Ankara’da mütevazı ünvan da pek yok... Neyse, bu ayrı konu, şu Emek’teki “Karakter Market”i anlatırken değinirim buna... Görkemli bir lokanta... Evlerin Şark köşesi tarzında düzenlenmiş, ama daha zevklisi... Her şey, garsonlar, komiler, dekorasyon, kıyafetler, masa üzerlerindeki gravürler, mönü falan, Türk mutfağının göbeğine düştüğünüzü bangır bangır bağırıyor. Güzel... Yediklerimiz birinci sınıf. Sonra bir de çayla taçlandıracaksınız doğal olarak bu otantik yemeği. Siparişin ardından, bakraç içinde şeker geliyor masaya... Abartmışlar da diyorsunuz, seviniyorsunuz da ayrıntı atlamamalarına... Sonra çay geliyor. O ne? Fincanda... Kupada... Ulan, ince belli bardağa nooldu? İçinde ne var? Lipton çay poşeti!
Seviyorum işte, naapim...
Onuncu Yıl Marşı’nı günde beş vakit dinlemenin etkisi midir nedir, demir ağları kullandım yolculukta. Trenle şehirlerarası yolculuk deyince, ille yemek vagonuna binip, iki tek atmak gelir aklıma öncelikle. Aslında itiraf edeyim, bu, yolculuğu eğlenceli kılmanın bir yolu... Yok, ille yemek yiyerek, içerek gitmekten bahsetmiyorum... O vagondan geç bir vakit çıkıp, yerinize doğru ilerlerken seyredebileceğiniz insan manzaralarına bayılırım.
Hani, pek bir çalımlı, oturaklı, önemli şahsiyet edalı baylar, hayır kurumları üyelerinin karikatürize edilmiş hali frapan bayanlar vardır ya trene binerken. Siz onları bir de koltuklarında kaykılmış, “kenarları nemlenmiş” ağızları bir karış açık, saç baş dağılmış, hırıldayıp horlarken görün... Neyse...
İlk darbe, garsondan geldi... İçki olarak sadece iki şişe bira veriyorlarmış. Önce bozuldum, ama, gayet makul bir nedenle bu uygulamaya geçildiğini öğrenince, yatıştım: Geceyarısından sonra tren çok sarsılıyormuş (güzergâh mı bozuluyor, tren o saatte yoruluyor mu, uykusu mu geliyor nedir bilemem tabii; ayrıca saate endekslenirse bu uygulama, gündüz yolculukları ne olacak?); yemeğe oturanlar da genellikle o saati geçiriyorlarmış (yahu, trenin hareketiyle o meşum saat arasında otuz dakika var zaten); sonra yerlerine dönmek istiyorlarmış (e, orada yatırmazsınız ki); trenin sarsıntısına alkol de eklenince, yolcuları rahatsız ederek ilerliyorlarmış (alkole ne hacet , en ayık akrobat bile denge tutturamaz ki). “Hmmm, iyi düşünmüşsünüz” dedim tabii.
Ankara... Bir başka kent orası canım. Orada sevdiğim çok insan olmasa toplu bir analizine girişeceğim ama, birkaç anektodla yetinmeyi tercih edeceğim.
Trafik lambalarının üzerine dijital sayaçlar koymuşlar. Diyelim yayalara kırmızı yanıyor ve durdunuz. Işığın üzerindeki göstergeye bakıyorsunuz. Size ne zaman yeşil yanacağı, geri geri giden saniyelerle belirtiliyor. Siz geçerken de, arabaların gözü dikiliyor göstergeye. İyi hoş da, benim gibi rahvan bir adamsanız, bu, panik vesilesi oluyor. Önünüzde daha epeyce adım var ve gösterge şöyle: 6... 5... 4... Koşsan koşamazsın, vazgeçip dönsen dönemezsin, haydiii, bir soğuk ter... İnsanın ne zaman öleceğini öğrenmesi gibi bir şey bu... Ama metroya diyecek yok... Önceleri, acaba çıkış yolunu arayan deney fareleri nerede diye bakınıyorsanız ve kendinizden kuşku duyuyorsanız da, bu açıkça haksızlık... Bir ay gidip gelseniz, artık kaybolmazsınız.
Sonra bir büfeci, “Ankara, memurlar ve bürokrasi kenti” sözünü kanıtlıyor size. Kızılay’da koca bir büfe. Koca büfenin koca camekânına yanaşıyorsunuz. Camekân, şöyle bir karışlık aralarla açık. Bir karış soldakine gidiyorsunuz, bir paket sigara istiyorsunuz, her iki tarafa da bakan adamdan. Diyor ki: “Yan taraftan.” Ne o yerinden kıpırdıyor, ne siz. Ama alışveriş, sağdaki açıklıktan gerçekleşiyor... Prensip meselesi...
Ya o kebap sarayı... Ha, Ankara’da mütevazı ünvan da pek yok... Neyse, bu ayrı konu, şu Emek’teki “Karakter Market”i anlatırken değinirim buna... Görkemli bir lokanta... Evlerin Şark köşesi tarzında düzenlenmiş, ama daha zevklisi... Her şey, garsonlar, komiler, dekorasyon, kıyafetler, masa üzerlerindeki gravürler, mönü falan, Türk mutfağının göbeğine düştüğünüzü bangır bangır bağırıyor. Güzel... Yediklerimiz birinci sınıf. Sonra bir de çayla taçlandıracaksınız doğal olarak bu otantik yemeği. Siparişin ardından, bakraç içinde şeker geliyor masaya... Abartmışlar da diyorsunuz, seviniyorsunuz da ayrıntı atlamamalarına... Sonra çay geliyor. O ne? Fincanda... Kupada... Ulan, ince belli bardağa nooldu? İçinde ne var? Lipton çay poşeti!
Seviyorum işte, naapim...
Arama
Acayip Okunanlar
-
Yayınlayıcıların Notu: Yine “fi tarihli” bir yazısına rastladık Durmuş Bakar’ın... “Blog” açısından yeni sayılır diye, yayınlıyoruz. Böyle ...
-
Delinin zoruna bak! Bana dönecekmiş tekrar. Yok canım, ne Claudia’sı, ne ayrılığı; hayatımda yüzünü görmediğim adamın biri bunu söylüyor tel...
-
Bilinen fıkradır. Adam, geceyarısı eve körkütük gelir, çizmelerinin önce bir tekini, sonra öbür tekini ayağından çıkarıp, küt, küt diye sıra...
-
—Siyah bu siyah. —Osman Abim doğru söylüyor, siyah. Dışarıdan bakanlar açısından garip bir görüntü ve diyalog oluştuğunun farkında olmak ...
-
Claudia’nın ağzı bir süredir kulaklarında... Galatasaray şampiyon oldu ya. Beni de, durduk yerde Fenerbahçeli ilan edip kızdırma fırsatı yak...
-
Kımıldamak! İşte bu ülkedeki sorunların başında, bu kelimenin çok kullanılması geliyor. İkide bir tersleniyor Claudia. “Kımılda biraz Durmu...
-
27 Ekim 1996 Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in ...
-
Ben, Saint Joseph’teydim o yıllar, Tacettin okulu bırakmış pazarcılık yapıyordu. Ama, kitap kurduydu ki, demeyin gitsin. Benim için yalnızca...
-
Kim bilir kaç kere yazdım, bu ülkeye bayılıyorum diye... Geçenlerde Ankara’ya gittim de, bu lafı bir daha haykırmak geldi içimden. Onuncu Y...
-
Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde, her türlü zamazingo bulunabiliyor işporta tezgâhlarında. Bu aralar, iki satıcı dikkatimi çekiyor. Biri,...
Yeni yazılar mı?
O biraz zor görünüyor, gene de bekleyin isterseniz...
Kim ki bu?
Son Olarak Ne Okuyordu?
- Boris Vian - Günlerin Köpüğü
Arşiv
- Haziran 2012 (23)
0 yorum:
Yorum Gönder