Geldim, durdum, baktım...

Gerekli bir açıklama...

Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...

14 Haziran 2012 Perşembe

19:46 • Dr. Durmuş Bakar | , , ,    
Ben, Saint Joseph’teydim o yıllar, Tacettin okulu bırakmış pazarcılık yapıyordu. Ama, kitap kurduydu ki, demeyin gitsin. Benim için yalnızca herhangi bir sosyolog, ekonomist kategorisindeki Marx, onun için dünyanın bütün kapılarını açacak sihirli formüller üreten bir dâhiydi. Romantik yıllarımızdı. Halk için birşeyler yapacaktık. Bu, benim mayamda vardı aslında. Aaa, Hadi Uluengin de öyledir bakın. İkimizin ailesinde de, hizmetçilere iyi davranılır; yediğimiz yiyeceklerin artanından verilirdi. Hor görülmez, etlerinden sütlerinden faydalanılıp bir kenara atılmazlardı. Böyle halkçı bir ortamda yetiştik biz!
Tacettin anlatırdı, biz dinlerdik. Öğretmen gibi görürdük onu, biraz da sınıfsal konumumuzun utancı ve çelişkilerinden gelen bir ikiyüzlülükle... Gel zaman git zaman, ilişkimiz soğumaya, benim ayaklarım yere basmaya başlamışken, bir çay bahçesinde karşılaşmıştık. Sıkıntılıydı. Kim bilir kaçıncı kez gırtlağına kadar borçlanmış, işini batırmıştı. “Yahu,” demişti dalgın dalgın, “ben ‘Kapital’i su gibi bilirim. Birinci cildiyle üçüncü cildi arasındaki çelişki konusunda on bir makale yazdım. Nikitin’in ‘Ekonomi Politik’inin tozunu attım. Baran, Sweezy, Magdoff çocuk oyuncağı benim için. Sermaye, kâr, genişletilmiş yeniden üretim, kapitalizmin konjonktürel dalgalanmaları falan keza...” Sonunu neye bağlayacağını bekliyordum; içini çekmişti, gözleri uzaklarda, “nasıl oluyor da,” demişti, “bir karpuz satmayı beceremiyorum? Keçiköylü Şahap, okuma bilmez, paraya para demiyor...” Bir an, üzülme, demeyi düşünmüştüm; Marx, Kapital’i en meteliksiz yıllarında yazmıştı; ama, bu Tacettin’i teselli etmezdi. Başka bir söz bulmuştum Marx’tan, Şahap’a uyarlamıştım: “Bilmiyorlar, ama, yapıyorlar.”
“Ben senin!” der gibi bakmıştı ve susmuştu Tacettin.
Hey gidi... Aradan yıllar geçmiş. Gene de, zaman zaman, Tacettin’in o bakışı, o kırgın suskunluğu gelir aklıma. Özellikle, bütün bildiklerim, hiç olmadık bir anda, hayatın karşıma çıkardığı kıytırık bir problem karşısında acınacak durumlara düştüğünde... Ailem, sanki böyle anlarımı düşünerek seçtikleri soyadlarına uygun bir de ad vermiş bana... Bazı olgular, yokuşun başından bırakılmış bir top gibi yuvarlanarak geçip gidiyor önümden; hiçbir şey yapamamanın, izah edememenin eblehliğiyle izliyorum yalnızca. Mesela...
Mesela, Ahmet Altan... Görüşlerine büyük yakınlık duyarım, özellikle ekonomi alanından elini çeken devlet talebi, pek hoştur. Siyasal denetim mekanizması olarak da devletin çekip gitmesini ister. Ve bu taleplerin, sosyolojik karşılığı da vardır. Ama, geçen gün televizyonda, korsan kitap satışına karşı, devleti göreve çağırıverdi! Bakın şimdi... En gelişmiş liberal sistemler, devleti, anti-tekel bir denetim görevine iteklemişken, ikide bir oralardaki uygulamayı örnek gösteren Sayın Altan, işin ucu kendisine dokununca –buna, yazarlar yetişmez olacak, kültürel çoraklaşma tehlikesi falan diye de şekil vererek– bütün teorilerini bir yana bırakıp, bu bize özgü hür teşebbüsün karşısına devleti koyuverdi. Üstelik, korsan satışı önlemek amacıyla bandrol uygulamasını savunarak, siyasi denetime de kapı araladı...
İşte ben böyle durumlarda, durup bakıyorum sadece, Tacettin gibi... Yok çünkü bunun sosyolojik bir izahı. Kişisel izahı olabilir tabii, ama, şimdi yeri değil, Ahmet Altan’ı adlandırmanın... Bu şahıs karşısında, benzer bir durumu, Diyarbakır’da çöplükten yiyecek toplayanlara ağıt yaktığı zaman da yaşamıştım... Yok ki, ne yardan ne serden diye bir kategori bilimde yahu... Koşulsuz ekonomik liberalizm isteyeceksin, sonra da, çöplükten ekmek arayanlara üzüleceksin, korsan yayıncılara kızacaksın... Anlamadım gitti vesselam... Yoksa, Marx’ın sözü, yanlış mı çevrildi... Gidip bir bakayım orijinalinden, acaba, “Bilmiyorlar, ama, konuşuyorlar” mı demiş... Tacettin’i bulsam da dertleşsek...

0 yorum:

Yorum Gönder