Geldim, durdum, baktım...

Gerekli bir açıklama...

Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...

14 Haziran 2012 Perşembe

19:08 • Dr. Durmuş Bakar | , , ,    
“Durma... durma, devam et... devam et, hadi... hadi... daha hızlı... daha hızlı, hadi... oluyor işte, gir... gir, durma... ııh! Tamam... ıh... ıh...”
Son bir güçle, içeriye girip kapıyı kapatabilmiştik. Güçlükle soluk alıyordum. O da, bir yandan can telaşıyla koşup bir yandan kesilip kalmış olan beni gayrete getirmek için bağırmaktan bitkin düşmüştü. Sırtımız kapıya dayalı, hışırtıyla soluyarak kaldık bir süre. Sığındığımız yerin dört duvardan ibaret çıplak bir depo olduğunu, dolan terle yanan gözlerimizden çok sonra algıladık. Peşimizdekilerin ayak sesleri duyulmaya başlamıştı.
Kapıya yaklaşıyorlardı. Kapana kısılmıştık. Hiçbir çıkış yoktu, ufacık bir tavan penceresi dışında. Oraya ulaşmak ise imkânsız görünüyordu. Ama, kapıyı zorlamaya başladıklarında, umutsuz da olsa bu tek şansımızı kullanmaya karar verdik. Korku, güç vermişti bana. Pencerenin altına geldim, vücudumun kalan tüm enerjisini bacaklarıma yükledim. Kulaklarım çın çın ötüyordu. Ve sıçradım...
Ter içinde kalmıştım. Kulağımdaki çınlamanın müsebbibi telefonu, karanlıkta oraya buraya çarparak el yordamıyla ararken, duvar saatinin fosforlu kadranına kaydı gözlerim. 05.20... Ahizeyi ağzıma yaklaştırdığımda nasıl bir nida çıkardığımı hatırlamıyorum. Düşler âleminden gelen ses “12 Eylül, sana ne hatırlatıyor” diye soruyordu. İnanmıyorum! Tarık... Bu oğlana, acil durumlarda saate bakmaksızın aranabilecek bir aile doktoruyla, herhangi bir nedenle görüşü alınacak sosyolog arkadaş arasındaki farkı anlatamadım gitti. “Kâbus! Faşizm! Zulüm! Zorbalık! İşkence! Hayvanlık!” Ben ağzımı açıp gözümü yummuş –mecburen, çünkü gözümden akan uyku öyle yoğun ki, ekmeğe sürülebilir– sayıp sıralarken, “Bunları herkes biliyor, daha özel bir şey söyle” deyiverdi. Sersem! Ben onun tacizini nitelendiriyorum, o sorusuna yanıt verdiğimi sanıyor. Tıpkı açarken ne dediğimi hatırlamadığım gibi, kapatırken ne dediğimi de hatırlamıyorum.
Gel gör ki, gözlerim fıldır fıldırdı şimdi. 12 Eylül’ün, benim için özel anlamı... Benim yaşamıma etki eden yönü... Bana mirası... Buldum. Sırıtarak tuşladım telefonu. “Seni hatırlatıyor lan. 12 Eylül’ün bana ettiği, sensin Tarık!”
Öyle ya, bir sabahın köründe, beş zibidi ülkeye el koymasaydı, ben yurtdışında kalmayı düşünmeyecektim; orada rastlantı sonucu hiç ilgilenmediğim bir alanda okumak şansı yakalamayacaktım; sonra o hiç ilgilenmediğim alana sardırıp, Yale Üniversitesi’nde doktora yapmayacaktım; haliyle, uluslararası üne sahip bir sosyolog olmayacaktım. Böyle olunca da, darbe saati geleneğini devralan Tarık ve benzerlerinin rüyamın en heyecanlı yerinde beni sıçratan –heyecanlı tabii, eskiden, rüyamda sıkıyı gördüm mü, pır diye uçar kurtulurdum; muhtemelen, çocukluk saflığından çıkıp büyümenin kirlenmesine daldığım için, uzun zamandır bu olmuyor; belki bu sefer olurdu– abuk sorularına muhatap olmayacaktım. Kuzguncuk’ta, bir ara sokakta, adını “Binbir Çeşit” koyacağım ufacık bir mağazada, manifaturacılık yapma düşümü gerçekleştirecektim belki de. Hoş, Tarık o durumda da arayabilir ve “dört delikli sedef gömlek düğmeleri” üzerine bir şey sorabilirdi ya...
Neyse, bir parçası Tarık olsa da, Türkiye’ye dönmekten memnunum aslında. Bu ülke –kimilerinin anladığı gibi coğrafyayı değil, beşerî yapıyı kastediyorum ülke derken– kafanızı çevirdiğiniz her yanda gözlem güdünüzü kışkırtan ve sizi hayat felsefeleri geliştirmeye adeta mecbur eden bir kaynak.

0 yorum:

Yorum Gönder