Geldim, durdum, baktım...

Gerekli bir açıklama...

Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...

14 Haziran 2012 Perşembe

19:15 • Dr. Durmuş Bakar | , , ,    
Aziz Nesin peşpeşe uluslararası ödül aldığında, bir yabancı meslektaşı, “seninki de iş mi” demiş, “Türkiye’de mizah yazarlığından kolay ne var. Etrafına bak, gördüklerini yaz. Bizim gibi oturup hikâye uydurmak zorunda değilsin”. Bunlar bir haset ifadesi değil inanın, adam gerçekleri dile getiriyor. Gülünç, aykırı bir durumda, ağızlardan dökülen, artık deyime dönüşmüş olan “tam Aziz Nesin’lik” lafı, aslında “yalnızca Türkiye’de rastlanacak bir tuhaflık” anlamı taşır. (Nitekim, Aziz Nesin’in, gericiliğin aydın katliamına bahane edilmesi de “tam Aziz Nesin’lik”tir.)
Ben, şu “mizah yazarlığı Türkiye’de işten değil” saptamasının gerçekliğini, kendi yazarlık serüvenimde acı bir biçimde kavradım. Yıllarını toplumbilime adamış bir akademisyen olarak kaleme aldığım sosyolojik analizlerin hayattan aktarılan anektodlarla beslenmesi, herhalde yalnızca Türkiye’de, bilimsel makalelerin mizah yazısı olarak algılanmasına yol açabilirdi.
Yo, hayır, kırgın değilim. Ama, acaba bir yöntem hatası mı yapıyorum diye düşünüyorum epeydir. Çünkü, analizler, gerçek hayatın gözlemlenmesine dayanmalıdır bence. Ve bu gözlemler, herhangi bir konuya ilişkin görüş beyanlarında, destekleyici faktör olarak aktarılmalıdır. İşte, karşılaştığım sorun, daha doğrusu alnıma vurulan “mizahçı” damgası, bu yaklaşımımdan kaynaklanıyor. Bu, giderek kısıtlayıcı bir işlev görmeye başlıyor. İnanın, karşılaştığım olayların bazılarını, okuyanlar inanmaz ve kurguluyorum sanır, böylece en fazlasından gülüp geçer ve haliyle akademisyen vakarım iki paralık olur kaygısıyla aktaramıyorum bile. Oysa, bu yazılarda aktarılan olaylar ve kişiler tümüyle gerçektir.
Örneğin, bu yazımda, toplumumuzda, eziklik ve özellikle Avrupa karşısında duyulan aşağılık kompleksiyle, inanılmaz boyutlardaki böbürlenmecilik ve kendine güvenmenin koyun koyuna yaşaması çelişkisinin kökenlerine inmek istiyordum. Bu durup dururken aklıma gelmedi tabii. Zaten, insan yalıtılmış bir ortamda arpacı kumrusu gibi beynini kurcalayarak düşünce üretemez. Düşünce de hayatla devinen bir şeydir ve hayat, insanların içerisinde, sosyalleşmenin uzantısında olmak demektir. Kendinizi toplumdan soyutlayın yıllarca, kütüphaneye kapanın ve düşünürlük mertebesine ulaşmaya çalışın bakalım. Havagazı! En fazlasından, aktarmacı olursunuz ve içine dönük beyinden üretilenler, hayatta bir... halta yaramaz, hiçbir derde deva olmaz.... Konuyu dağıtmayayım da, bu yazıda, böyle bir olguyu irdeleme fikrini doğuran olayı anlatayım size. “Tam Aziz Nesin’lik” ya da “ister inan ister inanma”!
Beyoğlu Deva Çıkmazı’nın tam karşısında bir kuruyemişçi var. Sigara almak için girdim. Peşimden de, iki Japon kız, sürüsünden ayrılmış kuzu telaşıyla daldılar içeriye ve birşeyler sordular Japonca olduğunu sandığım bir dille. Bak şunlara! Önlerine gelen dükkâna dalıp, kendi dillerinde konuşabileceklerini sanıyorlar. Bu arada, bizimkiler, yabancı ülkeden gelen herkes karşısında yaşadıkları iki büklümlükle duruyorlar ve içim eziliyor. Ama, içlerinden biri, tezgâhın arkasından çıkıyor bir omzu düşük halde, cevap veriyor kızlara. Hiç sürpriz değil, kızlar hiçbir şey anlamadan çırpınmayı sürdürüyorlar. Diyalog birkaç saniye sonra bitiyor ve kızlar çıkıp gidiyor. Bu başarısızlığa baştan mahkûm girişim karşısındaki bıyık altından tebessümüm, aniden donuyor. Çünkü, bizim adam, arkadaşlarına dönüp “salak lan bunlar” diyor, “kendi dillerini konuşmaktan acizler”...
Var mı böyle bir durum sıçraması ya! “Turist” görür görmez el pençe divan durma ezikliğinden, Japoncayı Japonlar’dan iyi bildiği iddiasına!
Tabii, burada analiz, toplumsal yapıyla sınırlı değil, kişisel kompleksler de rol oynuyor. Üç satıcıdan önder konumda olanı, bu başarısızlığına daha iyi bir mazeret bulabilir miydi ki... Yabancılar karşısında ezilmek neyse ne, kendi aramızda en büyük biz! Bakın nasıl karmakarışık bir psikoloji.
Ne alakası varsa, alın size bir de not: Helga’lar, Türk erkekleri için deli divane olur kenar mahalle geyiklerinde; aydın konferanslarında, Helga’ların ülkelerinin bizi geri kalmışlıktan kurtarması beklenir...

0 yorum:

Yorum Gönder