Geldim, durdum, baktım...

Gerekli bir açıklama...

Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...

15 Haziran 2012 Cuma

03:42 • Dr. Durmuş Bakar | , , ,    

Kımıldamak! İşte bu ülkedeki sorunların başında, bu kelimenin çok kullanılması geliyor. İkide bir tersleniyor Claudia. “Kımılda biraz Durmuş, miskin miskin oturup duruyorsun!” “Göremeyebilirsin ama, şu an çalışıyorum” dediğimde ise, deliye bakar gibi bakıyor. “Tembel” deyip dönüyor arkasını gidiyor...
İslamiyet mesellerinde de vardır bu tavrın kökleri. Muhammed, yanında biriyle yoldan geçerken, bir ağacın gölgesinde oturan, elleri ensesinde yan gelmiş bir adamla karşılaşırlar. Adam selam verir, Muhammed almaz Allah’ın selamını (mesel işte). Dönüşte, yine o adama rastlarlar, adam yine selam verir, Muhammed bu kez alır selamı. Yanındaki sorar: “Ey, Allah’ın Resulü (burada “ey” mi der, bilinmez -DB), aynı adamdan demin almadın selamı da, şimdi niye aldın?” Güzel yüzlü Muhammed de yanıtlar: “İlk gördüğümüzde, hiçbir şey yapmadan oturuyordu. Boş oturanın selamını almak bile caiz değildir. Dönerken ise, elinde bir çubukla, toprağı dürtüklüyordu. Boş bir iş ama, gene de bir şey yapıyordu işte. Boş duracağına boşa da olsa çalıştığı için, selamını aldım.”
Buyurun bakalım. Belki de o adam ilk gördüklerinde, bir teorem geliştiriyordu. Tıpkı benim boş oturduğumu sandıkları zaman, benim yaptığım gibi. Şark toplumu, iş deyince ille ameli faaliyet anlar. Oturup düşünene, miskin muamelesi yapar. O yüzden bu topraklarda felsefe gelişmez bir türlü uzun zamandır. Düşünün bir, Antik Yunan’da, felsefecilerin sınıfsal-sosyal konumlarını. Kaç köle var felsefe geliştiren? Düşünecek zamanı olan? Yok. Ama o zaman hiç değilse, felsefeye saygı varmış. Karısı ikide bir Sokrates’i dürtükleseydi, “kalk miskin herif, odun yar” filan diye, ne olacaktı?
Hadi Şark toplumunu anladık da, bizim Claudia nasıl kaptı bunu bu kadar zamanda? Yani oturup zihinsel faaliyet göstereceğime, Muhammed meselindeki gibi, bir odunu yontmak suretiyle kürdan üreteceğim diye ortalığı talaşa boğsam, iş yaptığım düşünülecek. Üretken adam olacağım.
Bu kafa, emek verimliliğini de kavrayamaz tabii. Çalışanın, hangi saatler arası işyerinde olduğunu gözetir yalnızca. Kritere bakın! Burada, iş çetrefilleşiyor. Gözünün önünde olup da iş üretmeyen, gözünden ırak olup da üretenden daha değerlidir bu kafa nezdinde. Ya da, aynı işi, birim zamanı kısaltarak yapmanın yolunu, anlatamazsınız bir türlü böylelerine. “Olsun, sen gözümüzün önünde ol!” Sanki iş üretmesi istenen değil de, vitrinde sergilenmesi gerekensiniz. El altında bulunsun...
Emek üretkenliği dedim de, Claudia beni tembellikle suçlayıp çalışmalarımı yarıda kesmeden önce, İzmir’i düşünüyordum. Trafik polisine rastlamadım orada. Her ana mevkiye koymuşlar bir göbek, ışık filan da hak getire, her yönden her yöne geçiş serbest, trafik doğal ayıklanma yöntemiyle akıyor bir şekilde. İşte, yaratıcı akıl bu. Kırk polisle düzenleme yapacağına, “ne haliniz varsa görün” demiş adamlar, olmuş bitmiş. Doğa boşluk tanımaz, kendi kuralıyla devinir gider nasılsa. İlk bakışta, af edersiniz, kaba olacak belki, “iti ite kırdırma sistemi” gibi geliyor. “Ben karışmıyorum arkadaş” demiş mülki amirler, “nasıl gidiyorsanız gidin, başınıza gelecekten de sorumlu değiliz.” Biraz uzaktan durup baktınız mı o keşmekeşe, Alevi cemlerini görür gibi oluyorsunuz. Karmaşa içinde ahenk var. Hani, semah dönerken, çember daralır, iç içe geçilir, hareketler hızlanır, kollar ayaklar iyice sert ve geniş gider gelir, ama gene de birbirine çarpmaz ya, aynen öyle.
Alalım İzmir’in trafik müdürünü. Eminim, herkesin boş oturduğunu sandığı bir sırada bulmuştur bu formülü. Yoksa çevresinin yan bakışından ürküp iş yapıyor görünmeye kalkışsa, elinde telsiz, kırk tane polise düdük talimatı vermekten öte gidemezdi. Al sana iş üretme, al sana emek verimliliği.
Yalnııızzz, eğer bu eseri en iyi gözlemleyebileceğiniz Fuar bölgesindeyseniz, hemen 26 Ağustos Kapısı’nın oradaki kaldırımda konuşlanmış Osman Amca’nın “boyayalım abi” lafına dikkat etmenizi öneririm. Ben ettim. Anlatırım.
—Hayır Claudia, şu an pirinç ayıklayamam. Çalışıyorum. Ne miskinliği yaa, bak dinle bir...

0 yorum:

Yorum Gönder