Gerekli bir açıklama...
- Bu blog, zamanında çeşitli metrukelerde ve üniversite arşivlerinde Dr. Durmuş Bakar’ın makale ve değinilerine rastlayıp da, okumaktan hoşlanmış bir grup öğrencinin, boş durmaktan sıkıldıkları bir an verdikleri kararla yayına girmiştir. Yayıncılar, Dr. Durmuş Bakar’dan izin almamış olduklarını alenen beyan ederler. Dr. Bakar, uzun yıllar yaşadığı ABD'den, “Neo-sol: Ideoloji ve Tipoloji” başlıklı Uluslararası Sosyoloji Semineri’ne sunacağı bir tebliğle ilgili araştırma/gözlem yapmak üzere ülkesine döndü. Ve basireti bağlandı, kaldı. Dr. Durmuş Bakar’ın tebliğe ilişkin notları (ki, yazı listesinde “Gözlem Güncesi” adıyla yer alıyor), ülkesine yerleşmeye karar vermesiyle yarıda kesiliyor. Süregelen gözlemleri ise, ayrı makaleler halinde, çeşitli dergi ve gazetelerde yayımlandı... Bu blog çalışması, öncelikli olarak, Durmuş Bakar’ın 90’lı yılların sonuna doğru kaleme alınmış yazılarını ve notlarını aktarmayı ve eğer kendisine ulaşılabilirse ve yeni yazıları varsa, onları da talep ederek bu siteye eklemeyi hedefliyor. Bu nedenle, okuyanlar, anlatılanlardaki tarih dilimini gözden kaçırmamalıdır...
14 Haziran 2012 Perşembe
27 Ekim 1996
Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in alkole ve gece hayatına düşkün olduğunu kaydediyorum. Vücudundaki kabartılar, karaciğerin tehlike sinyalleri. Saatine baktı. İyi bir marka ve ince bir zevk. “Shit!” nidası savurdu. Bu ilginç. Kayıtlarımda, 1969 İstanbul doğumlu olduğu geçiyor. Ebeveyni de Türk. Denek, altı ay İngiltere’de bulunmuş. Bu “shit!” ne “shit”tir? Hmm, eğer bir İngiliz, uzun yıllar bir başka ülkede, diyelim Türkiye’de yaşasa ve gündelik ilişkilerinde Türkçe konuşsa, böyle refleks anlarında, anadilinin nidalarını kullanabilir tabiî. Ama bu Türk Denek, İngiliz –ya da bilmem ne– refleksi gösteriyor.
Kimlik ve kişilik bölünmesi, ya da bir tür şizofreni, bireyin hayranlıkla sahip olmak istediği coğrafi kimliğin bilinçaltından fışkırarak... toparlayamadım. Notlarıma, “bilim çaresiz” ibaresi koyuyorum. Denek yalnız olmasa, yani yatağındaki ikinci şahıs uyuyor olmasa, bu ülkenin Denek familyasında yaygın olan gösteriş ve öykünme güdüsü işbaşında diyebilirdik.
Saat 14.42. Denek, “shit!”le başlayan yaşam belirtilerini bir süre daha askıya aldı. Sonra, elektrikli tel altından geçen komando sürünmesiyle yataktan aşağı süzüldü. Şu an ayakta salınım halinde. Uyumayı sürdüren öbürünü süzüyor. Bilimsel bir kesinliği yok, tahmin yürütüyorum yalnızca, tanışıklık dereceleri göz aşinalığından ibaret. Denek, kendi evinde olmadığının bilincine şu an vardı. Ne kadar mümkünse o kadar hızlı hareketlerle banyoyu arıyor. Tecrübelerime göre, ağzını eliyle sıkı sıkı kapattığına bakılırsa... evet... eee... oral yoldan boşalttıklarının analizine girecek olursak, salatalık, ince kıyılmış havuç, üzeri baharatlı beyaz peynir, cheese cake, rakı, konyak, tekila... pardon, bir saniye... ıyyk...
Denek giyiniyor. Bu familyanın giyim anlayışı, politik yaklaşımlarındaki bol çeşitliliğe zıt. Değerli meslektaşım Atilla Atalay, “Entel Bir Aşk Öyküsü” başlıklı çalışmasında şöyle tanımlar: “Sanki bunlardan bööle kocaman bi tane varmış da, bu bara yavrulayıp kaçmış gibi...” Giyimleri, konuşma tarzları, bir cemaat olduklarını vurgularcasına ayniyyetlik taşıyor. Jestleri bile benzeşiyor. Hoş, ben de bu nedenle tek bir denekten yola çıkabiliyorum ya...
15.23. Denek, toplantısına gecikti. Galatasaray Lisesi’nin önündeki periyodik eyleme gitmeme kararında, bu kez Avrupalı parlamenter katılımı olmamasının payı büyük.
YIKMIŞLAR VERİLİ KODLARI
5 Şubat 1997
Notlarıma uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım. Biraz, Denek yurtdışına çıktığından, biraz da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Merkezi’nde yoğun bakıma alındığım için çalışmalarım aksadı. Denek döndü; ben de, halen zaman zaman gülme/ağlama krizleri geçirmekle beraber, iyileştim sayılır.
Seminer’e sunacağım tebliğ, Türkiye coğrafyasındaki izlenimlerimle bağlantılı olacağından, hastalanmama yol açan gözlemimi, analizi destekleyici faktör olarak notlarıma aktarmak iyi olur düşüncesindeyim.
21 Aralık 1996
(Zorunlu bir flash-back)
Saat 19.33: Denek bu sabah Paris’e uçtu. Sebebini bilmiyorum. Dönüşünde öğrenirim. Her ne kadar Denek sıkıntısı olmasa da, bunu, bir dinlenme fırsatı sayacağım.
20.10: Beyoğlu’nda, Sarı Kahve’deyim. Full Denek. İlk kez geliyorum buraya. Etrafa göz gezdirirken, yan masadaki iki kızın sohbetine takıldım kaldım. Dışarıdan yalnızca kafalarını gördüğümde, “ne ilginç papağanlar” diye düşünmüş, burayı egzotik bir mekân sanmıştım. Saç modelleriymiş. Neyse. Bira söyledim. Yanında, kuruyemiş getiriyorlar. Kuruyemiş lafın gelişi, üç-beş adet leblebi türevinden hububat. Ama, hani terzilerin dikiş yüksüğü olur ya, öyle bir kabın içinde. Parmağım girmiyor ki, içinden bir leblebi alıp da ağzıma atayım. Kızlardan, saçında daha canlı renkler taşıyanı, öbürüne “Yetinmemeliyiz” diyordu. Çok fazla hareket ederek konuştuğundan ve sanırım seyyar gümüş takı tezgâhını, akşamları bırakacak yer bulamadığından olsa gerek, üzerinde taşıdığı için yoğun olarak şıngırdadığından, kesik kesik algılayabiliyorum sözlerini. “Önce, kendi soyadlarımızı kullandık, erkek egemen sistemin kadınlara koca soyadı dayatmasına karşı. Ama fark ettik ki, kendi soyadımız da aynı sistemin bir ürünü olarak babamızdan geliyor –ve önemli bir kısmı da “oğlu” diye bitiyor– salt adımızı kullanmaya başladık.” Ben de içimden onaylıyorum kızı, öbürü, masaya kollarıyla değil de, göğüsleriyle dayanmış olanı da onaylıyor sürekli. “Halbuki o da aile kurumunun bize danışmadan verdiği bir tür koddu.” Burada biraz sarsıldım. Çok merak etmeme karşın, bu bölümün devamını duyamadım.
21.00: Ben üç biradan sonra.. ııı.. elimi yıkamaya lavaboya gittiğimde, masalarına yeni biri gelmiş. O konuşuyordu. “Otoritenin, dayatmanın, kuralların tümünü çöpe atmak lazım. Buna imlâ dahil! Neden cümleler büyük harfle başlar, neden özel isim gibi hiyerarşik ve mülkiyetçi bir kural vardır ve bu niteliğini büyük harf ayrıcalığından yararlanarak pekiştirir? Evet, şiirin açtığı yoldan gidip düzyazıları da tamamen küçük harf kullanarak yazmakla, bu tabuyu da yıktık.” Düştüğü paradoks dilimin ucuna gelmişti ki, sözlerini sürdürdü ve böyle bir paradoks olmadığını bana gösterdi. “Sözcükler, kelimeler, kavramlar... İçeriklerini özgür irademizle belirleyemez miyiz? Masaya masa dememiz verili bir koddan geliyor. Bunu yıkıp, üzerinde anlaştığımız bir kelimeyi kullansak yerine? Örneğin ‘piti’?” Onlar da güldü. O kadar da değilmiş, şakaymış diye düşünürken, midem kazındı. Garson kızı çağırdım –bu da ayrı bir ritüel, ileride değinilecek–, okuduğu Express dergisini barmene verip geldi. “Peynir alabilir miyim?” dedim. Şöyle bir baktı ve “peynir olayına giremiyoruz” diye yanıtladı. Hıhahaha! Şaka değilmiş yan masada konuşulanlar! Nıhıhı! Yıkmışlar verili kodları..
TAKSİM’DE TÜRK MUTFAĞI VAR!
22 Aralık 1996
(Zorunlu flash-back’in zorunlu devamı)
Saat 17.30: Sakinleştirici işe yaradı. Son krizim, doktorum bir arkadaşı için Noel Ana Servisi’ni aradığında gelmişti... Telefonu kapatırken servis elemanına “Size de happy Christmas” dediğinde...
17. 45: Ben her zaman milliyetçiliğe karşı olduysam da, hâlâ da çok tehlikeli bir eğilim olduğunu düşünerek karşı çıkıyorsam da, zaman zaman hangi ülkede bulunduğumu karıştırmama yol açacak kadar beni dumura uğratan bir abluka hissediyorum araştırmalarımı sürdürdüğüm coğrafyada. Bunu doktoruma söylediğimde, cool cool bakıyor suratıma, hiçbir yanıt vermeden hemşireyi çağırıyor ve dayıyor şırıngayı.
Marksist olarak bilinen bir meslektaşıma, Taksim’de gördüğüm bir tabeladan bahsetmiştim. “... Café & Restaurant” yazıyordu ki, bu son derece normal. Yani, Fransızca, İngilizce, İtalyanca falan olmayan tabelalara ender rastlanmasına alıştım, ne de olsa insanlık tek bir dile, tek bir kültüre doğru evriliyor; bu, kaynaşma değil de ilhak biçiminde oluyormuş, gam değil. Ama, bahse konu lokantanın kendisini ayırt ettirici niteliğini, yani spesiyalitesini, “Türk Yemekleri” bulundurduğunu ilan ederek ortaya koymasını yadırgamıştım. “Amma tuhafsın,” demişti arkadaşım, “Avrupa’da da böyle bu, orada da özel mutfaklar var. Yani Durmuş, bazen ABD’de doktora yaptığına inanasım gelmiyor. Yoksa yıllar yılı orada yaşamak, senin gibi bir bilimcide bile milliyetçilik yönünde bir tutuculuğa mı yol açıyor?” Belki de haklıydı Marksist meslektaşım. Gene de aklıma takılıyor işte. Yani, tamam, İngiltere’de “Turkish Cuisine” tabelasının bir anlamı var tabiî. Türkiye’de “Russian” “Chinese” yazan lokantalar da çok doğal da, “Turkish Cuisine” ne? Hadi diyelim ki, yabancı turistlere yönelik bir şey, o da garip. Fast-food’dan gına gelmiş bir Fransız, Türkiye’de Türk mutfağından örnekler tatmak istediğini söyleyecek, ona diyeceksiniz ki, “Ha, Taksim’de falanca adreste bir yer var, orada bulabilirsiniz.” Meslektaşım, bunun Komünist Manifesto’da öngörülen bir gelişme olduğunu, sosyalistlerin de bunu hedeflediğini söylüyor. Ben pek anlamam...
26 Aralık 1996
14. 37: Evet, meslektaşım kesinlikle haklı. Biraz önce, radyoda, sunucu, Cemal Reşit Rey Salonu’nun başharflerinden oluşan kısaltmayı “Si Ar Ar” diye okudu, Atatürk Kültür Merkezi’ni ise “Ey Key Em” diye. Demek ki, komünizme doğru sancısızca evriliyor dünya... Bugün hava çok güzel.
27 Aralık 1996
Saat 09. 15: Fuck! Taburcu olmama ramak kalmışken, yeniden yoğun bakım gündeme geldi. Dün, böyle kışın ortasında şerbet gibi bir hava bulunca, bahçeye çıkmadan edemedim. Gölgem, biraz önümde yürüyen bir kızın ayaklarına ulaşınca, meslek aşkım rehavetime üstün geldi. Denek familyasından bir kızdı bu. Yürüyüşünden anladım. Denekgillerin özellikle dişileri, çoğunlukla, ayaklarını sürüyerek yürüyorlar. Nasıl anlatmalı, tam bir boydan boya sürüme değil de, bir tür, çok ağır çekim Kafkas halk oyunları yürüyüşü. Bunun nedenini çözebilmiş değilim. Sanki, “ayaklarımı yerden kesmem” mesajı gibi; ama, daha çok, hayatın yükünü omuzlamaktan bıkmış, dış dünyaya kapanmış, insanlardan sıkılmış, umursamazlığın doruğunda, dursam ne olur yürüsem ne olur, gideceğim yer ne ki, dercesine bir bezginlik halinin ayaklanışı gibi de... Olmuyor, tam ifade edilemiyor. Kız bir banka oturdu. Yanına gittim, “Geçmiş olsun” deyip kendimi tanıttım. Neden burada olduğunu sordum. Defalarca intihar girişiminde bulunduğunu söyledi. Sonra, “Siz hiç Oğuz Atay okudunuz mu?” dedi.
BİR TUTUNMA OLARAK İNTİHAR
27 Aralık 1996
(devam)
Kızcağızın, intihar saplantısını, “Oğuz Atay okudunuz mu?” sorusuyla taçlandırması, bende yeni bir şok dalgası yarattı; bir an, sıtma nöbeti gibi bir şeyle sarsıldı vücudum. İşte, bir kez daha karşıma çıkmıştı o muamma! Kafamın içinde, onlarca farklı ses yankılanıyordu, kulaklarım uğulduyordu... Kriz eşiğinde olduğumu anlayınca, kıza çabucak “Hayır, yo, hayır!” diye bağırdım, “hiç okumadım, asla, adını da ilk kez duyuyorum...” Ve “hoşça kal” bile demeden koşar adım uzaklaştım oradan. Niyetim, karşısında çaresiz kalacağımı daha yıllar öncesinden kestirdiğim bu sorudan kaçmak, zaten şu an üzerinde çalıştığım konunun Denek kapsamı dışında kalan ve mutlaka incelenmesi gerektiğini düşünmeme karşın bulaşmaya hiç niyetli olmadığım bir başka kesimin tipik temsilcisi bu kızdan kurtulmaktı. Ama olmadı, başaramadım, beynimde fır dönen sesleri susturamadım. “Tutunamayanlar... Hayat anlamsız... Kocaman bir boşluk... Bu rezil dünya... İnsanlar böcek... Boşver, kim kimi anlayabilmiş ki, sen beni anlayasın... Yaşamak istemiyorum...”
Durmuş Bey? Durmuş Bey! Hemşir’anım, yardım edin bana, tutun hastayı. Kaç cc önerirsiniz doktor? Çene kilitlenmiş efendim...
28 Aralık 1996
Saat: Bilmiyorum. Kol saatim kayıp. Ama, akşamüstü. Sol bileğimdeki bandajın altından gelen bir kesik sızısı koluma yayılıyor. Birazdan doktorum gelecek. Ona, son krizimin, buraya gelmeme yol açan gelişmelerin uzantısı olmadığını, daha önce de böyle bir şey yaşadığımı ve bir tür aşağılık kompleksi ile kibir karışımı ruh halinin buna neden olduğunu anlatacağım ve taburcu edilmemi isteyeceğim.
Saat: 23.10. Canım çok sıkkın. Gerçi, saatimi bahçede bulup getiren –vay be, kayışının tokasında kan izi var, nasıl becermişim– doktorun taburcu edilmem talebimi onaylaması iyi ama...
Ne olduğunu sordu. Kızla geçen kısacık diyalogu aktardım. “Eee?” der gibi baktı yüzüme. “Şimdi, doktorcuğum,” dedim. “Ben, Oğuz Atay’ı 1970’lerde okudum. Sanırım, pek az kişi okumuştu o zamanlar, okuyanların da pek azı beğenmişti. Ben, beğenenlere dahildim. Ne de olsa, o günlerin hummalı siyaset ortamına yalnızca gözlemci olarak katılıyordum ve kültürel background açısından donanımım, örneğin Selim Işık karakteriyle aramda paralellikler kurmama, Atay’ı algılamama elveriyordu. Profesör Berna Moran, romanları post-modern öğeler taşıyan, döneminin ilerisinde bir sanatçı olarak tanımlar Atay’ı ve ’70’lerin, gerçekçi ve toplumcu yapıtlar bekleyen, karmaşık biçim oyunlarına kuşkuyla bakan okurunca pek anlaşılamadığını söyler. Gerçekten de öyledir.” Doktor biraz sıkılmıştı. Edebiyat dersi almaya gelmediğini, bu anlattıklarımın onu ilgilendirmediğini, artık sadede gelmem gerektiğini kibarca söyledi. “Peki, olanlar 1989’da, yaz tatili için gittiğim Bodrum’da oldu. O sıralar, ABD’deydim, Türkiye’deki arkadaşlarımla yazışmalarımdan, rahmetli Oğuz Atay’ın entellektüel camiada aniden popüler olduğunu öğrenmiş ve sevinmiştim.” “Kesiniz bu mevzuyu,” diye atıldı doktorum. “Oğuz Atay her kimse, ne yazmışsa, beni ilgilendirmiyor. Siz intihara teşebbüse geliniz lütfen.” “İyi de doktorcuğum,” dedim, bir yandan da korkuyorum herif kızıp taburcu etmekten cayacak diye, “ben bir sosyologum, eğer bir ülkede, belli sınıf grubundan ve benzer demografik özellikler gösteren bir kısım entellektüel genç, ‘Tutunamayanlar’ı okuyup okuyup intihara meylediyorsa; ve bütün Oğuz Atay’ları, üzerine yazılmış makale ve kitapları analizci bir gözle incelemiş olan ben, bunun nasıl bir usavurma olduğunu çözemiyorsam n’olacak?” Doktor ofladı pofladı, önündeki kâğıtlara birşeyler karaladı. Koyverdim. “Şöyle olabilir. Moran, Atay’ı günün ilerisinde olması anlamında ‘80’lerin yazarı’ olarak da tanımlıyor. Ama benim kafamda şöyle bir zincir kuruluyor: 12 Eylül 1980. Birikim dergisi çevresi. Liberalizm. Sivil toplumculuk. Gorbaçov, Berlin duvarı, ‘Doğu Bloku’. Selim Işık taslakları...”
YENİ YIL VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
28 Aralık 1996
(devam)
Doktor, bir intihara teşebbüs hadisesinin Oğuz Atay’la bağlantısını kuramamıştı, tıpkı benim gibi. Ama farkımız şuydu ki, o, benim intihara yeltenişimi anlamaya çalışıyordu, ben ise birtakım gençlerin intihar hevesinin kaynağını arıyordum. Aslında benimki Oğuz Atay’la bağlantılı. Yani, söylemeye çalıştığım şu ki, bu gözlemlediğim intiharkeş gençlerin büyük çoğunluğu, üzerlerinde Oğuz Atay etkisi taşıdığını söyleyince, ve ben de bir ilişki kuramayınca, ve işte o kız da bir kez daha Oğuz Atay’ı okuyup okumadığımı sorunca, bu anlamsızlık canıma tak ettiğinde... “Kendimi iyi hissetmiyorum doktor.” “Farkındayım Durmuş Bey, uzanın şöyle... Hemşir’anım!” “Kaç cc?” “Bence, bu çocukların zihnini bulandıran şey var ya doktor, gerçek dünyayla yüzleşmek istememeleri. Buna cesaret edememeleri. Sanki bunu yapabileceklermiş ama, dünya onları anlamayacakmış tripleri hep buradan geliiimrnh...”
“Bırakalım uyusun, yarın taburcu edelim de elimizde kalmasın.”
31 Aralık 1996
Saat: 23.55. Bir yılı daha devirdik. Taksim Meydanı. Ne kalabalık! Bu insan yığılmasından memnuniyetsizliğimi belirtince, arkadaşım, “Ne güzel işte hocam” dedi, “bütün laik kesim burada!” O zaman daha çok sıkıldım. Hayır, biraz ilerideki bir salonda da, “Siyasal İslam Partisi” bilmem ne şöleni yapıyor. Hani, içlerinden biri gaza gelip, “Kâfirler İsa’nın doğumunu kutluyor yüzde 99’u Müslüman ülkemizde” dese, vay geldi başımıza. Ben böyle ürkek bekliyorum, sevgililer sarmaş dolaş, bitirimler kız kesiyor –biri, artık kim gaza getirmişse biçareyi, yanındakine, “gözüne kestir lan birini”, diyor, “tam 12’de ışıklar sönünce, herkes önüne çıkanı öpecek”–, kızlar iç gıcıklıyor –benim dibimdekiler dua etsin de, bitirimi ağzı açık bekleten yalan gerçeğe dönüşsün, ayrıca ortalık da zifiri karanlık olsun– ve herkesin gözü gökte. N’olacak? Havai fişekler bekleniyor...
00.10. Havai fişek falan atılmadı. Tabii, sivil insiyatif olmazsa, Beyoğlu Belediyesi de beklentileri böyle boşa çıkarır işte. Bakırköy’e havale edilmemden bir gün önce gittiğim kahvede ayaklarımızı dinlendirelim istedik. On-on beş kişi var içeride. Kapıya yakın oturduk. Benim Denek de orada. Birden, birkaç genç, kızlı erkekli, girdi içeriye, hep bir ağızdan “Mutlu yıllar!” diye bağırıp, yan masadaki bardakları yere attılar. Herkes şaşkın, donup kalmış bakarken, mesajlarını ilettiler koro halinde: “Anarşist tavır!” Sonra hemen çıkıp gittiler. Hapıma davrandım, ellerim titreyerek...
01.Küsur. Yerin iki kat altında, Zeytinburnu minibüsü sıkışıklığında, küçücük bir bardayız. Sıkışık ve küçük, yetersiz kelimeler. Yanınızdakiyle, kadehlerinizi eşzamanlı kaldırıp içmek zorundasınız. Tam bir milli birlik ve beraberlik ruhu esiyor. Bir de dans etmeye çabalayanlar var ki, tam seyirlik. Karadeniz horonundan başkası mümkünmüş gibi... Gözümü çevirince –mecburen, kafam çevrilemiyor– o kahvedeki anarşist eylemcilerden birini gördüm. Solumdaki arkadaşın kulağına –mecburen, çünkü kulağı, kadehimin ağzına taktıkları portakal diliminin yerini almış vaziyette– “Eyvah” dedim, “tavır koyacaklar yine.” “Yok” dedi, “burada yapmazlar. Burası, anarşistlerin barı.” Artık nasıl “haydaa!” diye bağırmışsam, tam ensemdeki soluğun sahibi, hiç tanımadığım, sonradan “Kürt Partisi” taraftarı olduğunu öğrendiğim adam, kolunu gerecek boş hacmi nasıl yarattıysa, “yaşşa be!” diye sırtıma vurdu, “tam zeybek sırasıydı valla...” Sıkı Ege’li bir Kürt! Biliyorum, tasavvuru pek güç ama, oturduğumuz yerde zeybek döktürdük... Üstelik zılgıtlar eşliğinde. Halkların kardeşliği!
Yayınlayanların Notu: Günce burada kesiliyor…
Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in alkole ve gece hayatına düşkün olduğunu kaydediyorum. Vücudundaki kabartılar, karaciğerin tehlike sinyalleri. Saatine baktı. İyi bir marka ve ince bir zevk. “Shit!” nidası savurdu. Bu ilginç. Kayıtlarımda, 1969 İstanbul doğumlu olduğu geçiyor. Ebeveyni de Türk. Denek, altı ay İngiltere’de bulunmuş. Bu “shit!” ne “shit”tir? Hmm, eğer bir İngiliz, uzun yıllar bir başka ülkede, diyelim Türkiye’de yaşasa ve gündelik ilişkilerinde Türkçe konuşsa, böyle refleks anlarında, anadilinin nidalarını kullanabilir tabiî. Ama bu Türk Denek, İngiliz –ya da bilmem ne– refleksi gösteriyor.
Kimlik ve kişilik bölünmesi, ya da bir tür şizofreni, bireyin hayranlıkla sahip olmak istediği coğrafi kimliğin bilinçaltından fışkırarak... toparlayamadım. Notlarıma, “bilim çaresiz” ibaresi koyuyorum. Denek yalnız olmasa, yani yatağındaki ikinci şahıs uyuyor olmasa, bu ülkenin Denek familyasında yaygın olan gösteriş ve öykünme güdüsü işbaşında diyebilirdik.
Saat 14.42. Denek, “shit!”le başlayan yaşam belirtilerini bir süre daha askıya aldı. Sonra, elektrikli tel altından geçen komando sürünmesiyle yataktan aşağı süzüldü. Şu an ayakta salınım halinde. Uyumayı sürdüren öbürünü süzüyor. Bilimsel bir kesinliği yok, tahmin yürütüyorum yalnızca, tanışıklık dereceleri göz aşinalığından ibaret. Denek, kendi evinde olmadığının bilincine şu an vardı. Ne kadar mümkünse o kadar hızlı hareketlerle banyoyu arıyor. Tecrübelerime göre, ağzını eliyle sıkı sıkı kapattığına bakılırsa... evet... eee... oral yoldan boşalttıklarının analizine girecek olursak, salatalık, ince kıyılmış havuç, üzeri baharatlı beyaz peynir, cheese cake, rakı, konyak, tekila... pardon, bir saniye... ıyyk...
Denek giyiniyor. Bu familyanın giyim anlayışı, politik yaklaşımlarındaki bol çeşitliliğe zıt. Değerli meslektaşım Atilla Atalay, “Entel Bir Aşk Öyküsü” başlıklı çalışmasında şöyle tanımlar: “Sanki bunlardan bööle kocaman bi tane varmış da, bu bara yavrulayıp kaçmış gibi...” Giyimleri, konuşma tarzları, bir cemaat olduklarını vurgularcasına ayniyyetlik taşıyor. Jestleri bile benzeşiyor. Hoş, ben de bu nedenle tek bir denekten yola çıkabiliyorum ya...
15.23. Denek, toplantısına gecikti. Galatasaray Lisesi’nin önündeki periyodik eyleme gitmeme kararında, bu kez Avrupalı parlamenter katılımı olmamasının payı büyük.
YIKMIŞLAR VERİLİ KODLARI
5 Şubat 1997
Notlarıma uzunca bir süre ara vermek zorunda kaldım. Biraz, Denek yurtdışına çıktığından, biraz da Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Merkezi’nde yoğun bakıma alındığım için çalışmalarım aksadı. Denek döndü; ben de, halen zaman zaman gülme/ağlama krizleri geçirmekle beraber, iyileştim sayılır.
Seminer’e sunacağım tebliğ, Türkiye coğrafyasındaki izlenimlerimle bağlantılı olacağından, hastalanmama yol açan gözlemimi, analizi destekleyici faktör olarak notlarıma aktarmak iyi olur düşüncesindeyim.
21 Aralık 1996
(Zorunlu bir flash-back)
Saat 19.33: Denek bu sabah Paris’e uçtu. Sebebini bilmiyorum. Dönüşünde öğrenirim. Her ne kadar Denek sıkıntısı olmasa da, bunu, bir dinlenme fırsatı sayacağım.
20.10: Beyoğlu’nda, Sarı Kahve’deyim. Full Denek. İlk kez geliyorum buraya. Etrafa göz gezdirirken, yan masadaki iki kızın sohbetine takıldım kaldım. Dışarıdan yalnızca kafalarını gördüğümde, “ne ilginç papağanlar” diye düşünmüş, burayı egzotik bir mekân sanmıştım. Saç modelleriymiş. Neyse. Bira söyledim. Yanında, kuruyemiş getiriyorlar. Kuruyemiş lafın gelişi, üç-beş adet leblebi türevinden hububat. Ama, hani terzilerin dikiş yüksüğü olur ya, öyle bir kabın içinde. Parmağım girmiyor ki, içinden bir leblebi alıp da ağzıma atayım. Kızlardan, saçında daha canlı renkler taşıyanı, öbürüne “Yetinmemeliyiz” diyordu. Çok fazla hareket ederek konuştuğundan ve sanırım seyyar gümüş takı tezgâhını, akşamları bırakacak yer bulamadığından olsa gerek, üzerinde taşıdığı için yoğun olarak şıngırdadığından, kesik kesik algılayabiliyorum sözlerini. “Önce, kendi soyadlarımızı kullandık, erkek egemen sistemin kadınlara koca soyadı dayatmasına karşı. Ama fark ettik ki, kendi soyadımız da aynı sistemin bir ürünü olarak babamızdan geliyor –ve önemli bir kısmı da “oğlu” diye bitiyor– salt adımızı kullanmaya başladık.” Ben de içimden onaylıyorum kızı, öbürü, masaya kollarıyla değil de, göğüsleriyle dayanmış olanı da onaylıyor sürekli. “Halbuki o da aile kurumunun bize danışmadan verdiği bir tür koddu.” Burada biraz sarsıldım. Çok merak etmeme karşın, bu bölümün devamını duyamadım.
21.00: Ben üç biradan sonra.. ııı.. elimi yıkamaya lavaboya gittiğimde, masalarına yeni biri gelmiş. O konuşuyordu. “Otoritenin, dayatmanın, kuralların tümünü çöpe atmak lazım. Buna imlâ dahil! Neden cümleler büyük harfle başlar, neden özel isim gibi hiyerarşik ve mülkiyetçi bir kural vardır ve bu niteliğini büyük harf ayrıcalığından yararlanarak pekiştirir? Evet, şiirin açtığı yoldan gidip düzyazıları da tamamen küçük harf kullanarak yazmakla, bu tabuyu da yıktık.” Düştüğü paradoks dilimin ucuna gelmişti ki, sözlerini sürdürdü ve böyle bir paradoks olmadığını bana gösterdi. “Sözcükler, kelimeler, kavramlar... İçeriklerini özgür irademizle belirleyemez miyiz? Masaya masa dememiz verili bir koddan geliyor. Bunu yıkıp, üzerinde anlaştığımız bir kelimeyi kullansak yerine? Örneğin ‘piti’?” Onlar da güldü. O kadar da değilmiş, şakaymış diye düşünürken, midem kazındı. Garson kızı çağırdım –bu da ayrı bir ritüel, ileride değinilecek–, okuduğu Express dergisini barmene verip geldi. “Peynir alabilir miyim?” dedim. Şöyle bir baktı ve “peynir olayına giremiyoruz” diye yanıtladı. Hıhahaha! Şaka değilmiş yan masada konuşulanlar! Nıhıhı! Yıkmışlar verili kodları..
TAKSİM’DE TÜRK MUTFAĞI VAR!
22 Aralık 1996
(Zorunlu flash-back’in zorunlu devamı)
Saat 17.30: Sakinleştirici işe yaradı. Son krizim, doktorum bir arkadaşı için Noel Ana Servisi’ni aradığında gelmişti... Telefonu kapatırken servis elemanına “Size de happy Christmas” dediğinde...
17. 45: Ben her zaman milliyetçiliğe karşı olduysam da, hâlâ da çok tehlikeli bir eğilim olduğunu düşünerek karşı çıkıyorsam da, zaman zaman hangi ülkede bulunduğumu karıştırmama yol açacak kadar beni dumura uğratan bir abluka hissediyorum araştırmalarımı sürdürdüğüm coğrafyada. Bunu doktoruma söylediğimde, cool cool bakıyor suratıma, hiçbir yanıt vermeden hemşireyi çağırıyor ve dayıyor şırıngayı.
Marksist olarak bilinen bir meslektaşıma, Taksim’de gördüğüm bir tabeladan bahsetmiştim. “... Café & Restaurant” yazıyordu ki, bu son derece normal. Yani, Fransızca, İngilizce, İtalyanca falan olmayan tabelalara ender rastlanmasına alıştım, ne de olsa insanlık tek bir dile, tek bir kültüre doğru evriliyor; bu, kaynaşma değil de ilhak biçiminde oluyormuş, gam değil. Ama, bahse konu lokantanın kendisini ayırt ettirici niteliğini, yani spesiyalitesini, “Türk Yemekleri” bulundurduğunu ilan ederek ortaya koymasını yadırgamıştım. “Amma tuhafsın,” demişti arkadaşım, “Avrupa’da da böyle bu, orada da özel mutfaklar var. Yani Durmuş, bazen ABD’de doktora yaptığına inanasım gelmiyor. Yoksa yıllar yılı orada yaşamak, senin gibi bir bilimcide bile milliyetçilik yönünde bir tutuculuğa mı yol açıyor?” Belki de haklıydı Marksist meslektaşım. Gene de aklıma takılıyor işte. Yani, tamam, İngiltere’de “Turkish Cuisine” tabelasının bir anlamı var tabiî. Türkiye’de “Russian” “Chinese” yazan lokantalar da çok doğal da, “Turkish Cuisine” ne? Hadi diyelim ki, yabancı turistlere yönelik bir şey, o da garip. Fast-food’dan gına gelmiş bir Fransız, Türkiye’de Türk mutfağından örnekler tatmak istediğini söyleyecek, ona diyeceksiniz ki, “Ha, Taksim’de falanca adreste bir yer var, orada bulabilirsiniz.” Meslektaşım, bunun Komünist Manifesto’da öngörülen bir gelişme olduğunu, sosyalistlerin de bunu hedeflediğini söylüyor. Ben pek anlamam...
26 Aralık 1996
14. 37: Evet, meslektaşım kesinlikle haklı. Biraz önce, radyoda, sunucu, Cemal Reşit Rey Salonu’nun başharflerinden oluşan kısaltmayı “Si Ar Ar” diye okudu, Atatürk Kültür Merkezi’ni ise “Ey Key Em” diye. Demek ki, komünizme doğru sancısızca evriliyor dünya... Bugün hava çok güzel.
27 Aralık 1996
Saat 09. 15: Fuck! Taburcu olmama ramak kalmışken, yeniden yoğun bakım gündeme geldi. Dün, böyle kışın ortasında şerbet gibi bir hava bulunca, bahçeye çıkmadan edemedim. Gölgem, biraz önümde yürüyen bir kızın ayaklarına ulaşınca, meslek aşkım rehavetime üstün geldi. Denek familyasından bir kızdı bu. Yürüyüşünden anladım. Denekgillerin özellikle dişileri, çoğunlukla, ayaklarını sürüyerek yürüyorlar. Nasıl anlatmalı, tam bir boydan boya sürüme değil de, bir tür, çok ağır çekim Kafkas halk oyunları yürüyüşü. Bunun nedenini çözebilmiş değilim. Sanki, “ayaklarımı yerden kesmem” mesajı gibi; ama, daha çok, hayatın yükünü omuzlamaktan bıkmış, dış dünyaya kapanmış, insanlardan sıkılmış, umursamazlığın doruğunda, dursam ne olur yürüsem ne olur, gideceğim yer ne ki, dercesine bir bezginlik halinin ayaklanışı gibi de... Olmuyor, tam ifade edilemiyor. Kız bir banka oturdu. Yanına gittim, “Geçmiş olsun” deyip kendimi tanıttım. Neden burada olduğunu sordum. Defalarca intihar girişiminde bulunduğunu söyledi. Sonra, “Siz hiç Oğuz Atay okudunuz mu?” dedi.
BİR TUTUNMA OLARAK İNTİHAR
27 Aralık 1996
(devam)
Kızcağızın, intihar saplantısını, “Oğuz Atay okudunuz mu?” sorusuyla taçlandırması, bende yeni bir şok dalgası yarattı; bir an, sıtma nöbeti gibi bir şeyle sarsıldı vücudum. İşte, bir kez daha karşıma çıkmıştı o muamma! Kafamın içinde, onlarca farklı ses yankılanıyordu, kulaklarım uğulduyordu... Kriz eşiğinde olduğumu anlayınca, kıza çabucak “Hayır, yo, hayır!” diye bağırdım, “hiç okumadım, asla, adını da ilk kez duyuyorum...” Ve “hoşça kal” bile demeden koşar adım uzaklaştım oradan. Niyetim, karşısında çaresiz kalacağımı daha yıllar öncesinden kestirdiğim bu sorudan kaçmak, zaten şu an üzerinde çalıştığım konunun Denek kapsamı dışında kalan ve mutlaka incelenmesi gerektiğini düşünmeme karşın bulaşmaya hiç niyetli olmadığım bir başka kesimin tipik temsilcisi bu kızdan kurtulmaktı. Ama olmadı, başaramadım, beynimde fır dönen sesleri susturamadım. “Tutunamayanlar... Hayat anlamsız... Kocaman bir boşluk... Bu rezil dünya... İnsanlar böcek... Boşver, kim kimi anlayabilmiş ki, sen beni anlayasın... Yaşamak istemiyorum...”
Durmuş Bey? Durmuş Bey! Hemşir’anım, yardım edin bana, tutun hastayı. Kaç cc önerirsiniz doktor? Çene kilitlenmiş efendim...
28 Aralık 1996
Saat: Bilmiyorum. Kol saatim kayıp. Ama, akşamüstü. Sol bileğimdeki bandajın altından gelen bir kesik sızısı koluma yayılıyor. Birazdan doktorum gelecek. Ona, son krizimin, buraya gelmeme yol açan gelişmelerin uzantısı olmadığını, daha önce de böyle bir şey yaşadığımı ve bir tür aşağılık kompleksi ile kibir karışımı ruh halinin buna neden olduğunu anlatacağım ve taburcu edilmemi isteyeceğim.
Saat: 23.10. Canım çok sıkkın. Gerçi, saatimi bahçede bulup getiren –vay be, kayışının tokasında kan izi var, nasıl becermişim– doktorun taburcu edilmem talebimi onaylaması iyi ama...
Ne olduğunu sordu. Kızla geçen kısacık diyalogu aktardım. “Eee?” der gibi baktı yüzüme. “Şimdi, doktorcuğum,” dedim. “Ben, Oğuz Atay’ı 1970’lerde okudum. Sanırım, pek az kişi okumuştu o zamanlar, okuyanların da pek azı beğenmişti. Ben, beğenenlere dahildim. Ne de olsa, o günlerin hummalı siyaset ortamına yalnızca gözlemci olarak katılıyordum ve kültürel background açısından donanımım, örneğin Selim Işık karakteriyle aramda paralellikler kurmama, Atay’ı algılamama elveriyordu. Profesör Berna Moran, romanları post-modern öğeler taşıyan, döneminin ilerisinde bir sanatçı olarak tanımlar Atay’ı ve ’70’lerin, gerçekçi ve toplumcu yapıtlar bekleyen, karmaşık biçim oyunlarına kuşkuyla bakan okurunca pek anlaşılamadığını söyler. Gerçekten de öyledir.” Doktor biraz sıkılmıştı. Edebiyat dersi almaya gelmediğini, bu anlattıklarımın onu ilgilendirmediğini, artık sadede gelmem gerektiğini kibarca söyledi. “Peki, olanlar 1989’da, yaz tatili için gittiğim Bodrum’da oldu. O sıralar, ABD’deydim, Türkiye’deki arkadaşlarımla yazışmalarımdan, rahmetli Oğuz Atay’ın entellektüel camiada aniden popüler olduğunu öğrenmiş ve sevinmiştim.” “Kesiniz bu mevzuyu,” diye atıldı doktorum. “Oğuz Atay her kimse, ne yazmışsa, beni ilgilendirmiyor. Siz intihara teşebbüse geliniz lütfen.” “İyi de doktorcuğum,” dedim, bir yandan da korkuyorum herif kızıp taburcu etmekten cayacak diye, “ben bir sosyologum, eğer bir ülkede, belli sınıf grubundan ve benzer demografik özellikler gösteren bir kısım entellektüel genç, ‘Tutunamayanlar’ı okuyup okuyup intihara meylediyorsa; ve bütün Oğuz Atay’ları, üzerine yazılmış makale ve kitapları analizci bir gözle incelemiş olan ben, bunun nasıl bir usavurma olduğunu çözemiyorsam n’olacak?” Doktor ofladı pofladı, önündeki kâğıtlara birşeyler karaladı. Koyverdim. “Şöyle olabilir. Moran, Atay’ı günün ilerisinde olması anlamında ‘80’lerin yazarı’ olarak da tanımlıyor. Ama benim kafamda şöyle bir zincir kuruluyor: 12 Eylül 1980. Birikim dergisi çevresi. Liberalizm. Sivil toplumculuk. Gorbaçov, Berlin duvarı, ‘Doğu Bloku’. Selim Işık taslakları...”
YENİ YIL VE HALKLARIN KARDEŞLİĞİ!
28 Aralık 1996
(devam)
Doktor, bir intihara teşebbüs hadisesinin Oğuz Atay’la bağlantısını kuramamıştı, tıpkı benim gibi. Ama farkımız şuydu ki, o, benim intihara yeltenişimi anlamaya çalışıyordu, ben ise birtakım gençlerin intihar hevesinin kaynağını arıyordum. Aslında benimki Oğuz Atay’la bağlantılı. Yani, söylemeye çalıştığım şu ki, bu gözlemlediğim intiharkeş gençlerin büyük çoğunluğu, üzerlerinde Oğuz Atay etkisi taşıdığını söyleyince, ve ben de bir ilişki kuramayınca, ve işte o kız da bir kez daha Oğuz Atay’ı okuyup okumadığımı sorunca, bu anlamsızlık canıma tak ettiğinde... “Kendimi iyi hissetmiyorum doktor.” “Farkındayım Durmuş Bey, uzanın şöyle... Hemşir’anım!” “Kaç cc?” “Bence, bu çocukların zihnini bulandıran şey var ya doktor, gerçek dünyayla yüzleşmek istememeleri. Buna cesaret edememeleri. Sanki bunu yapabileceklermiş ama, dünya onları anlamayacakmış tripleri hep buradan geliiimrnh...”
“Bırakalım uyusun, yarın taburcu edelim de elimizde kalmasın.”
31 Aralık 1996
Saat: 23.55. Bir yılı daha devirdik. Taksim Meydanı. Ne kalabalık! Bu insan yığılmasından memnuniyetsizliğimi belirtince, arkadaşım, “Ne güzel işte hocam” dedi, “bütün laik kesim burada!” O zaman daha çok sıkıldım. Hayır, biraz ilerideki bir salonda da, “Siyasal İslam Partisi” bilmem ne şöleni yapıyor. Hani, içlerinden biri gaza gelip, “Kâfirler İsa’nın doğumunu kutluyor yüzde 99’u Müslüman ülkemizde” dese, vay geldi başımıza. Ben böyle ürkek bekliyorum, sevgililer sarmaş dolaş, bitirimler kız kesiyor –biri, artık kim gaza getirmişse biçareyi, yanındakine, “gözüne kestir lan birini”, diyor, “tam 12’de ışıklar sönünce, herkes önüne çıkanı öpecek”–, kızlar iç gıcıklıyor –benim dibimdekiler dua etsin de, bitirimi ağzı açık bekleten yalan gerçeğe dönüşsün, ayrıca ortalık da zifiri karanlık olsun– ve herkesin gözü gökte. N’olacak? Havai fişekler bekleniyor...
00.10. Havai fişek falan atılmadı. Tabii, sivil insiyatif olmazsa, Beyoğlu Belediyesi de beklentileri böyle boşa çıkarır işte. Bakırköy’e havale edilmemden bir gün önce gittiğim kahvede ayaklarımızı dinlendirelim istedik. On-on beş kişi var içeride. Kapıya yakın oturduk. Benim Denek de orada. Birden, birkaç genç, kızlı erkekli, girdi içeriye, hep bir ağızdan “Mutlu yıllar!” diye bağırıp, yan masadaki bardakları yere attılar. Herkes şaşkın, donup kalmış bakarken, mesajlarını ilettiler koro halinde: “Anarşist tavır!” Sonra hemen çıkıp gittiler. Hapıma davrandım, ellerim titreyerek...
01.Küsur. Yerin iki kat altında, Zeytinburnu minibüsü sıkışıklığında, küçücük bir bardayız. Sıkışık ve küçük, yetersiz kelimeler. Yanınızdakiyle, kadehlerinizi eşzamanlı kaldırıp içmek zorundasınız. Tam bir milli birlik ve beraberlik ruhu esiyor. Bir de dans etmeye çabalayanlar var ki, tam seyirlik. Karadeniz horonundan başkası mümkünmüş gibi... Gözümü çevirince –mecburen, kafam çevrilemiyor– o kahvedeki anarşist eylemcilerden birini gördüm. Solumdaki arkadaşın kulağına –mecburen, çünkü kulağı, kadehimin ağzına taktıkları portakal diliminin yerini almış vaziyette– “Eyvah” dedim, “tavır koyacaklar yine.” “Yok” dedi, “burada yapmazlar. Burası, anarşistlerin barı.” Artık nasıl “haydaa!” diye bağırmışsam, tam ensemdeki soluğun sahibi, hiç tanımadığım, sonradan “Kürt Partisi” taraftarı olduğunu öğrendiğim adam, kolunu gerecek boş hacmi nasıl yarattıysa, “yaşşa be!” diye sırtıma vurdu, “tam zeybek sırasıydı valla...” Sıkı Ege’li bir Kürt! Biliyorum, tasavvuru pek güç ama, oturduğumuz yerde zeybek döktürdük... Üstelik zılgıtlar eşliğinde. Halkların kardeşliği!
Arama
Acayip Okunanlar
-
Yayınlayıcıların Notu: Yine “fi tarihli” bir yazısına rastladık Durmuş Bakar’ın... “Blog” açısından yeni sayılır diye, yayınlıyoruz. Böyle ...
-
Delinin zoruna bak! Bana dönecekmiş tekrar. Yok canım, ne Claudia’sı, ne ayrılığı; hayatımda yüzünü görmediğim adamın biri bunu söylüyor tel...
-
Bilinen fıkradır. Adam, geceyarısı eve körkütük gelir, çizmelerinin önce bir tekini, sonra öbür tekini ayağından çıkarıp, küt, küt diye sıra...
-
—Siyah bu siyah. —Osman Abim doğru söylüyor, siyah. Dışarıdan bakanlar açısından garip bir görüntü ve diyalog oluştuğunun farkında olmak ...
-
Claudia’nın ağzı bir süredir kulaklarında... Galatasaray şampiyon oldu ya. Beni de, durduk yerde Fenerbahçeli ilan edip kızdırma fırsatı yak...
-
Kımıldamak! İşte bu ülkedeki sorunların başında, bu kelimenin çok kullanılması geliyor. İkide bir tersleniyor Claudia. “Kımılda biraz Durmu...
-
27 Ekim 1996 Denek, saat 14.00 sularında uyandı. Gözleri şiş, kısık ve altları mor mor halkalanıp torbalanmış. Notlarım arasına, Denek’in ...
-
Ben, Saint Joseph’teydim o yıllar, Tacettin okulu bırakmış pazarcılık yapıyordu. Ama, kitap kurduydu ki, demeyin gitsin. Benim için yalnızca...
-
Kim bilir kaç kere yazdım, bu ülkeye bayılıyorum diye... Geçenlerde Ankara’ya gittim de, bu lafı bir daha haykırmak geldi içimden. Onuncu Y...
-
Beyoğlu’nda, İstiklâl Caddesi’nde, her türlü zamazingo bulunabiliyor işporta tezgâhlarında. Bu aralar, iki satıcı dikkatimi çekiyor. Biri,...
Yeni yazılar mı?
O biraz zor görünüyor, gene de bekleyin isterseniz...
Kim ki bu?
Son Olarak Ne Okuyordu?
- Boris Vian - Günlerin Köpüğü
Arşiv
- Haziran 2012 (23)
0 yorum:
Yorum Gönder